Bayram çikolatasını evde yapın! Rafine şeker içermiyor: Hem sağlıklı hem lezzetli

DİYABET DOSTU

Bayramlarda en fazla tüketilen tatlıların başında gelen çikolatayı evde yapmak mümkün! Günümüzde sağlıklı beslenme bilinci arttıkça, rafine şeker içermeyen alternatifler daha fazla tercih ediliyor. Özellikle diyabet hastaları ve sağlıklı yaşamı benimseyen bireyler, düşük glisemik indeksli ve doğal içerikli tatlılara yöneliyor. Uzman Diyetisyen Elif Melek Avcı, hem sağlıklı hem de lezzetli bir seçenek sunarak evde kolayca hazırlanabilen şekersiz ve diyabet dostu çikolata tarifini paylaşıyor. Katkı maddesi içermeyen, sağlıklı yağlar ve antioksidan açısından zengin olan bu tarif, tatlı krizlerine doğal bir çözüm sunuyor. İşte, Avcı’nın önerileriyle sağlıklı çikolata yapımının püf noktaları.

ŞEKERSİZ ÇİKOLATA NEDEN TERCİH EDİLMELİ?

Geleneksel çikolatalar genellikle rafine şeker, koruyucu maddeler ve katkı içerikleri ile üretilir. Bu da kan şekerinde ani dalgalanmalara neden olabilir. Ancak şekersiz ve doğal malzemelerle hazırlanan çikolata, şu avantajları sağlar:

Kan şekerini dengede tutar: Düşük glisemik indeksli tatlandırıcılar kullanıldığı için kan şekerinde ani yükselmelere neden olmaz.

Sağlıklı yağlar içerir: Kakao yağı veya hindistancevizi yağı gibi sağlıklı yağlar sayesinde uzun süre tok tutar ve enerji verir.

Antioksidan deposudur: Ham kakao tozu, serbest radikallerle savaşan güçlü antioksidanlar içerir. Bu da hücreleri koruyarak bağışıklık sistemini destekler.

Katkı maddesi içermez: Evde yapıldığı için yapay tatlandırıcılar, koruyucular veya renklendiriciler içermez.

DOĞAL MALZEMELERLE EVDE KOLAYCA HAZIRLAYIN

Uzman Diyetisyen Elif Melek Avcı, sağlıklı bir çikolata yapımında kullanılacak malzemelerin doğal ve besleyici olmasının önemini vurguluyor. İşte önerdiği şekersiz çikolata tarifi:

MALZEMELER:

-½ su bardağı kakao yağı veya hindistancevizi yağı

 -¼ su bardağı ham kakao tozu

  -2 yemek kaşığı şekersiz hurma özü veya keçiboynuzu özü

  -1 çay kaşığı doğal vanilya özütü

   -1 yemek kaşığı ince çekilmiş ceviz, badem veya fındık (isteğe bağlı)

HAZIRLIK AŞAMALARI:

1-Yağı eritin: Kakao yağını (veya hindistancevizi yağını) benmari usulü eritin.

2-Kakao ekleyin: Eritilmiş yağa ham kakao tozunu ekleyerek iyice karıştırın.

 3-Tatlandırıcı ekleyin: Hurma özü veya keçiboynuzu özünü ekleyin. Tatlılık seviyesine göre miktarı ayarlayabilirsiniz.

 4-Aromaları katın: Vanilya özütünü ve isteğe bağlı olarak ince çekilmiş ceviz, badem veya fındığı ekleyin.

 5-Kalıplara dökün: Karışımı silikon çikolata kalıplarına veya küçük bir tepsiye dökün.

 6-Dondurun: Buzdolabında veya derin dondurucuda yaklaşık 30-45 dakika bekletin.

 7-Servis edin: Katılaşan çikolatayı kalıptan çıkarıp keyifle tüketebilirsiniz!

KENDİ ÇİKOLATANIZI KİŞİSELLEŞTİRİN

Ev yapımı çikolatanızı daha farklı tatlar ve dokularla zenginleştirebilirsiniz. İşte bazı öneriler:

-Portakal aromalı: Birkaç damla doğal portakal yağı veya ince rendelenmiş portakal kabuğu ekleyebilirsiniz.

-Fındıklı & Fıstıklı: Karışıma kıyılmış fındık, badem veya Antep fıstığı ekleyerek çikolatanıza çıtırlık katabilirsiniz.

-Kakao parçacıklı: Bitter çikolata sevenler için %100 kakao parçaları ekleyerek yoğun bir tat elde edebilirsiniz.

SAĞLIKLI TATLILAR İLE BESLENMENİZİ DESTEKLEYİN

Uzman Diyetisyen Elif Melek Avcı, sağlıklı beslenmenin sadece diyet yapmak değil, vücudu besleyici ve doğal gıdalarla desteklemek olduğunu vurguluyor. Evde kolayca hazırlanabilen bu şekersiz çikolata, sadece diyabet hastaları için değil, herkes için sağlıklı bir tatlı alternatifi sunuyor.

Ağır ve şerbetli bayram yemeklerine hayır: Geleneklerimiz nedeniyle ısrar ediliyor

Prof. Dr. M. Emel Alphan, ramazan sonrası doğru ve dengeli beslenmenin önemine dikkat çekerek tavsiyelerde bulundu. Prof. Dr. M. Alphan, güne hafif bir kahvaltı ile başlanmasını, gün içinde aşırı yağlı, çok tuzlu, kalori açısından yoğun hamur işlerinin ve hamur tatlılarının yenilmemesi gerektiğini söyledi. Ramazan ayı sonrasında normal beslenme düzenine geçişte sindirim sisteminin uyumunun sağlanmasının önemli olduğunu belirten Prof. Dr. Alphan, “Ramazan ayı oruç tutanlar için, günde iki öğün gibi özel bir beslenme uygulanan ve alışılmışın dışındaki saatlerde yemek yemeyi gerektiren bir dönemdir. Bu dönemden normal yemek düzenine geçişte, sindirim sisteminin de uyumunu sağlamak önemlidir. Oysa bir aylık oruç döneminden sonraki bayram günlerinde insanlar, genellikle psikolojik olarak aşırı yemek yeme eğilimindedirler” diye konuştu.

‘BAYRAMDA HAFİF YİYECEKLER YENİLMESİ GEREKİR’

Bayramda çok çeşitli ve yoğun enerji içeren beslenme düzeninin etkili olduğunu, bu durumun da önemli sağlık sorunlarına davet çıkarabileceği uyarısında bulunan Prof. Dr. Alphan, “Geleneklerimize bağlı olarak, bayram yemeklerinin, günlük beslenme düzeninin dışında, çeşit olarak fazla ve içeriğinin ağır olması, bayram ziyaretlerindeki hamur tatlısı ağırlıklı ikramlar ve bu ikramların geleneklerimiz nedeniyle ısrarla yedirilmesi, sindirim sistemindeki adaptasyonu güçleştirir. Bu adaptasyonu sağlamak için bayramda hafif yiyecekler yenilmesi gerekir. Güne hafif bir kahvaltı ile başlamak, gün içinde aşırı yağlı, çok tuzlu, kalori açısından yoğun hamur işlerinin ve hamur tatlılarının yenilmemesi gerekir” dedi.

Prof. Dr. Alphan, bayramda uygulanması gereken beslenme kurallarını şöyle sıraladı:

“Güne hafif bir kahvaltı ile başlanmalıdır.

“Öğüne çorba ve salata ile başlanmalı, çorba ile ekmek yenilmemelidir. Bu, o öğünde aşırı miktarda yemek yemeyi önler.

“Yemekler çok yağlı ve çok tuzlu yapılmamalıdır. Et ve tavuk yemeklerine pişerken ilave yağ konulmamalı, kızartılmış besinlerden kaçınılmalıdır.

“Bayram yemeğinde, börek, pilav, makarna, dolma, sarma gibi besinler bulunduğu takdirde yenilen ekmek miktarı azaltılmalıdır.

“Kalorisinin düşük olmasından dolayı, öğünde mutlaka sebze ve salata bulunmalıdır.

“Tatlı ve porsiyon ölçüleri az olmalı

“Tatlı yerine meyve tercih edilmelidir.

“Bayram ziyaretleri sırasında, ikram edilen tatlıların, porsiyon ölçülerinin az olması, misafirlerin de az yemesine neden olur. Mümkünse misafirlere seçenek olarak meyve de sunulmalıdır.

“Geleneksel Türk misafirperverliğinin bir sonucu olarak gelişen ikram edilen yiyeceklerin yenilmesi konusundaki ısrardan kaçınılmalıdır.

“Bayram günlerinde, çikolata, şeker, şekerlemeler ve tatlı gibi kalorisi yüksek olan yiyecekleri, herkesin, özellikle çocukların aşırı yemeleri önlenmelidir.

“Çay ve kahve tüketiminde aşırıya kaçılmamalı

“İkram edilen çay, kahve gibi kafeinli içeceklerin aşırı tüketiminden kaçınılması, açık ve limonlu çay, ıhlamur ve bitki çaylarının tercih edilmesi gerekir.

“Ramazan boyunca, su tüketiminin az olmasından dolayı oluşabilen su kaybının, yerine konulması için su ve kalori içermeyen içeceklerin tüketimine önem verilmesi gerekir.

“Diyabetlilerin (şeker hastalarının), kalp hastalarının, hipertansiyonu (yüksek tansiyon) olan kişilerin, diyetisyenleri tarafından önerilmiş olan diyetlerini bozmamaya özen göstermeleri ve aile çevresindekilerin de hastalara bu konuda yardımcı olmaları gerekir.”

SİNDİRİM ZORLUKLARIYLA KARŞILAŞILABİLİR

Prof. Dr. Alphan, belirtilen hususlara dikkat edilmediği takdirde sindirim zorlukları, mide ve bağırsaklarda aşırı gaz birikimi, ani tansiyon ve şeker yükselmesi gibi hastalıkların ortaya çıkabileceği, hastalarda ve yaşlılarda ise daha ağır sorunlar oluşabileceği uyarısında bulunarak, “Bayramınızı sağlıklı geçirmek ve kendinizi iyi hissetmek istiyorsanız bu hususlara dikkat etmeniz gerekir” diyerek sözlerini tamamladı.

Bir aylık orucun 7 kazanımı

Bir aylık orucun 7 kazanımı

 

İnsanlık tarihi boyunca sadece dini bir ibadet değil, aynı zamanda bir şifa ve arınma yöntemi olarak da görülen orucun, sağlık üzerindeki faydaları merak konusu olmaya devam ediyor. Oruç tutmanın; hücre yenilenmesini desteleyen, inflamasyonu azaltan ve sağlıklı yaşlanma anlamına gelen longevity’e katkıda bulunan güçlü bir biyolojik araç olduğunu belirten Anadolu Sağlık Merkezi Hastanesi’nden İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Zahide Karaca, “Antik Yunan’da Hippokrates hastalıkların tedavisinde açlığın iyileştirici gücünü vurgulamış, Platon ve Sokrates ise zihinsel berraklık için oruç tutmayı önermiştir. İbn-i Sina ise ‘Az yemek ömrü uzatır’ diyerek, orucun sindirim sistemini dinlendirdiğini ve bedeni yenilediğini savunmuştur” dedi.

 

Gıda alımının 12 saatten fazla kısıtlanması, sağladığı faydalar nedeniyle aralıklı oruç gibi diyet programlarının da yaygınlaşmasını sağladı. Bilimsel açlık yöntemlerinin ya da dini orucun doğru uygulandığında sağlık için pek çok yararı olabileceğini dile getiren Anadolu Sağlık Merkezi Hastanesi’nden İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Zahide Karaca, “Bu yöntemler herhangi bir sağlık problemi bulunmayan kişiler için; metabolik hastalıkların önlenmesinden, bağışıklık sistemini güçlendirmeye hatta sağlıklı ömür süresini artırmaya kadar geniş bir yelpazede fayda sağlayabilir” dedi.

 

Bu oruç türleri arasındaki farklardan da bahseden Karaca, “Yaşlanmayı önlemek için uygulanan bilimsel oruç uygulamaları su tüketimini kısıtlamadığı için Ramazan orucundan ayrılır. Aynı zamanda bu programlarda, açlık süresi kişinin yaşam tarzı veya yaşı gibi bireysel özelliklerine göre düzenlenebilir. Ramazan orucunun ise dini ve kültürel yönüyle topluluk halinde uygulanarak, kontrollü açlığın bir ay gibi uzun bir süre sürdürülmesi açısından daha avantajlı olduğunu söylemek mümkün” dedi.

 

İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Zahide Karaca, bir aylık Ramazan dönemi boyunca oruç tutmanın genel sağlık üzerindeki 7 faydasını sıraladı:

 

  1. Uzun süreli ama kontrollü açlık DNA onarımı ve hücresel dayanıklılığı artırarak yaşlanmayı geciktirir. Hücrelerin yaşlanmasını belirleyen telomerlerin daha yavaş tükenmesini sağlar ve hücrelerin enerji üreten yapısı mitokondriyi korur.
  2. Kontrollü açlık, hücrelerin daha uzun yaşamasını sağlayan hayatta kalma mekanizmasını devreye sokar. Kanser oluşumuyla ilgili olan mTOR aktivasyonunu baskılayarak kanseri önlemeye yardımcı olur.
  3. İnsülin seviyesini düşürerek yağ yakımını ve metabolik esnekliği artırır. Metabolik esneklik; farklı beslenme koşullarına uyum sağlayabilmektir. Yani gerektiğinde vücut; enerji kaynağını ihtiyaca göre değiştirilebilir, karbonhidratlardan yağa ya da proteinlere geçerek enerji üretebilir. 
  4. Beyin fonksiyonlarını güçlendirerek odaklanmayı artırır.
  5. Hücrelerin zarar görmüş kısımlarının temizlenmesi ve geri dönüştürülmesi anlamına gelen otofaji sürecini başlatarak hücresel yenilenmeyi teşvik eder. Açlık sona erdikten sonra bile bu yenilenmenin olumlu etkilerinin devam ettiği bilimsel çalışmalarla kanıtlanmıştır.
  6. Açlık, bağışıklık hücrelerinin yenilenmesini de destekleyerek vücudu hastalıklara karşı daha dirençli hale getirir. Ancak, aşırı düşük kalori alımı veya yetersiz beslenmenin bağışıklık sistemini zayıflatabileceği de göz önünde bulundurulmalı.
  7. Vücudun savunma mekanizmasının bir parçası olan inflamasyon, bağışıklık sistemi hücreleri tarafından herhangi bir stres faktörüne karşı ortaya çıkan bir savunma reaksiyonudur. Düşük düzeyde sürekli devam eden inflamasyon ise birçok kronik rahatsızlığa zemin hazırlar. Oruç sırasında insülin seviyesinin düzenlenmesi, serbest radikal oluşumunun azalması ve hücre yenilenme mekanizmasının devreye girmesi, inflamasyonu azaltarak kronik hastalıkları kontrol altında tutmaya yardımcı olabilir.

 

 

Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı

Tiroid bozuklukları çocuk sahibi olmaya engel olabilir

Tiroid Bozuklukları ve Çocuk Sahibi Olma İhtimali

Tiroid bezinin vücudumuzdaki önemli hormonları salgıladığı ve doğru düzgün çalışmadığında çeşitli sağlık sorunlarına yol açabileceği bilinmektedir. Tiroid bezinin fonksiyonlarının gebelik üzerinde de büyük etkisi olduğunu belirten Anadolu Sağlık Merkezi Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Fulya Akın, çiftlerin tiroid hastalıklarını göz ardı etmemesi ve bir sağlık merkezine başvurarak bu konuda muayene olması gerektiğini vurgulamaktadır.

‘Endemik’ terimi genellikle belirli coğrafyalara özgü olduğunu ifade etmektedir. Endemik guatr ise genellikle iyot eksikliği olan bölgelerde sıkça görülmektedir. Türkiye’nin endemik guatr bölgesinde bulunduğunu ve dolayısıyla tiroid hastalıklarının yaygın olduğunu belirten Akın, tiroid bezinin vücut ısısından adet düzenine kadar pek çok süreci etkilediğine dikkat çekmektedir.

 

Genellikle annelerin iyot eksikliği yaşadığı Türkiye’de iyot desteğinin önemli olduğunu belirten Prof. Dr. Fulya Akın, özellikle gebelik ve emzirme dönemlerinde artan iyot ihtiyacını karşılamak için doktor kontrolünde iyot desteğinin önerilebileceğini ifade etmektedir.

Ailesinde tiroid problemleri bulunan veya otoimmün hastalıklara sahip kişilerin tiroid rahatsızlıkları açısından risk altında olduğunu paylaşan Akın, özellikle gebelik öncesi tiroid açısından risk taşıyan kişilerin doktor kontrolünde tarama testleri yaptırması ve gerekirse ilaç tedavisine başlaması gerektiğinin altını çizmektedir.

Hamilelik döneminde tiroid ilacı kullanan hipotiroidi hastalarının ilaca devam edebileceğini belirten Akın, önemli olanın doktor kontrolünde ilaç dozunun düzenli şekilde ayarlanması olduğunu ifade etmektedir.

Hormonal Değişim ve Gebelik

Tiroid bezindeki fonksiyon bozukluğunun üreme hormonlarında da olumsuz etkilere neden olabileceğini belirten Prof. Dr. Fulya Akın, bu durumun infertilite yani kısırlık riskini artırabileceğini ve dolayısıyla gebelik planlayan kişilerin tiroid değerlerini doktor kontrolünde düzenli olarak takip etmeleri gerektiğini belirtmektedir.

Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı

Kahramanmaraş’ta Ambulans Kazası: 3 Sağlık Görevlisi Yaralı

Kahramanmaraş’ta Ambulans Kaza Yaptı: 3 Sağlık Görevlisi Yaralandı

Kahramanmaraş’ta meydana gelen kaza sonucu, Elbistan-Nurhak karayolu üzerinde seyir halinde olan 46 BL 658 plakalı ambulans yoldan çıktı ve 3 sağlık görevlisi yaralandı. Karlı yolda sürücünün direksiyon hakimiyetini kaybetmesi sonucu gerçekleşen kaza, hızla olay yerine müdahale edilmesini gerektirdi.

Olayın ardından itfaiye ve sağlık ekipleri hemen sevk edilerek yaralı sağlık görevlilerine yardım etti. İtfaiye ekipleri tarafından ambulansın içinden çıkartılan yaralılar, başka bir ambulansla en yakın hastaneye sevk edildi.

Yaralı sağlık görevlilerinin durumlarının iyi olduğu belirtilirken, kaza ile ilgili detaylı inceleme devam ediyor. Olay, Kahramanmaraş’ta yaşanan trafik kazalarının ne kadar aniden gerçekleşebileceğini bir kez daha gözler önüne serdi.

Stresli ve yorgunsanız tehlike kapıda! Vücutta yıllarca kalan Zona virüsünün tedavisi…

ZONA HASTALIĞI VE ÖNEMİ

Medipol Acıbadem Bölge Hastanesi’nden Dermatoloji Uzmanı Uzm. Dr. Makbule Dündar, son zamanlarda sıkça karşılaşılan zona hastalığına dair önemli bilgiler verdi. Dr. Dündar, stres, yorgunluk veya enfeksiyon gibi etmenlerin virüsün tekrar aktif hale gelmesine sebep olabileceğini vurguladı.

Zona Hastalığının Belirtileri Nelerdir?

Hastalığın belirli bölgelerde uyuşma ve karıncalanma hissi ile başladığını belirten Dr. Dündar, “Ardından şiddetli ağrı ve içi sıvı dolu kabarcıklarla kendini gösterir. Zona erken teşhis edilmelidir. Döküntüler ortaya çıktıktan sonra ilk 3 gün içinde tedaviye başlanması, tedavinin başarısını artırır” ifadelerine yer verdi.

Kalıcı Görme Kaybına Sebep Olabilir!

Zona konusunda uyarılarda bulunan Dr. Dündar, “Zona sadece vücuttaki ağrılı lezyonlarla sınırlı değil. Yüz ve göz bölgesinde ortaya çıktığında, ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir. Özellikle gözdeki zona lezyonları, kalıcı görme kaybına neden olabilir. Bu yüzden, zona şüphesi bulunan hastaların erken dönemde bir dermatoloji uzmanına başvurması büyük önem taşır” şeklinde konuştu.

”Aşılama Şiddetle Önerilmektedir”

Son yıllarda, Türkiye’de de uygulanan zona virüsüne karşı geliştirilen aşıların önemine dikkat çeken Dr. Dündar, “Yaşlılar, bağışıklık sistemi zayıf olanlar ve daha önce şiddetli zona geçirenler için aşılamanın önemi büyüktür. Zona virüsüne karşı aşı, hastalığın tekrarlama riskini azaltmada önemli bir rol oynamaktadır” dedi.

KAYNAK: DHA

Bulaşık deterjanları ‘sessiz katil’ mi? Uzmanlar açıkladı

Bulaşık Deterjanlarının Sağlık ve Çevre Üzerindeki Etkileri

Bulaşık deterjanları, modern yaşamın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiş durumda. Ancak, bu temizlik ürünlerinin içerdiği kimyasalların hem insan sağlığı hem de çevre üzerindeki etkileri giderek daha fazla sorgulandı.

Uzman Görüşleri: Bulaşık Deterjanlarının Sağlık ve Çevre Üzerindeki Etkileri

Harvard Üniversitesi Çevre Sağlığı Bölümü’nden Prof. Dr. John Spengler, bulaşık deterjanlarının içerdiği kimyasalların insan sağlığı üzerindeki etkilerini şu şekilde açıkladı:
“Deterjanlarda yaygın olarak kullanılan yüzey aktif maddeler (surfactants) ve koruyucular, cilt tahrişine ve alerjik reaksiyonlara yol açabilir. Ayrıca, bu kimyasalların bir kısmı, yeterince durulanmadığında gıda yoluyla vücuda alınabilir ve uzun vadede bağışıklık sistemi üzerinde olumsuz etkiler oluşturabilir.”

İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü’nden (ETH Zürih) Prof. Dr. Cezmi Akdiş ise, deterjanların bağışıklık sistemi üzerindeki etkilerini vurguladı:
“Bulaşık deterjanlarında bulunan bazı kimyasallar, bağırsak bariyerine zarar vererek bağışıklık sistemini zayıflatabilir. Özellikle sanayi tipi deterjanlarda kullanılan bileşenler, yeterince durulanmadığında toksik etkilere yol açabilir.”

Bilimsel Araştırmalar: Deterjanların Sağlık ve Çevre Üzerindeki Kanıtlanmış Etkileri

Journal of Applied Microbiology’de yayımlanan bir araştırma, deterjanlarda kullanılan yüzey aktif maddelerin (örneğin, sodyum lauril sülfat – SLS) su ekosistemine zarar verdiğini ortaya koydu. Bu maddelerin, balıkların solungaçlarına zarar vererek toksik etkiler oluşturduğu belirtildi.

Environmental Science & Technology dergisinde yayımlanan bir çalışma, deterjanların içerdiği fosfatların su kaynaklarında alg patlamalarına neden olduğunu ve bu durumun deniz yaşamını tehdit ettiğini gösterdi.

Nature Sustainability’de yayımlanan bir başka araştırma, deterjanların plastik ambalajlarının çevresel etkilerini inceledi. Çalışma, bu ambalajların biyolojik olarak parçalanmadığını ve deniz kirliliğine katkıda bulunduğunu vurgulamaktadır.

Bulaşık Deterjanlarının İçerdiği Zararlı Maddeler

1. Sodyum Lauril Sülfat (SLS): Köpük oluşturma özelliğiyle bilinen bu madde, cilt tahrişine ve su ekosistemine zarar verebilir.

2. Fosfatlar: Temizlik gücünü artırsa da, su kaynaklarında alg patlamalarına yol açarak deniz yaşamını tehdit eder.

3. Koruyucular (Methylisothiazolinone): Mikrobiyal oluşumu önlemek için kullanılan bu kimyasallar, toksik etkiler oluşturabilir.

4. Plastik Ambalajlar: Deterjanların plastik şişeleri, doğada yüzlerce yıl parçalanmadan kalabilir ve çevresel kirliliği artırır.

Çevre Dostu Alternatifler: Daha Sağlıklı ve Sürdürülebilir Seçimler

1. Bitkisel Bazlı Deterjanlar: Doğal içerikli ürünler, kimyasal yükü azaltır ve çevreye daha az zarar verir.

2. Ev Yapımı Çözümler: Sirke, karbonat ve limon gibi doğal malzemelerle hazırlanan karışımlar, hem sağlıklı hem de etkili bir temizlik sağlar.

3. Yeniden Doldurulabilir Ambalajlar: Plastik atıkları azaltmak için deterjanları tekrar doldurulabilir ambalajlarda satın almak önemli.

4. Sertifikalı Ürünler: Çevre dostu sertifikalara sahip ürünleri tercih ederek hem sağlığınızı hem de doğayı koruyabilirsiniz.

Sessiz Tehdit mi, Önlenilebilir Risk mi?

Bulaşık deterjanlarının içerdiği kimyasallar ve plastik ambalajlarının çevreye ve sağlığa olan etkileri, bu ürünlerin kullanımında daha bilinçli olunması gerektiğini gösterdi. Çevre dostu alternatiflere yönelmek, hem bireysel sağlığınızı korumanıza hem de doğayı daha sürdürülebilir bir şekilde kullanmanıza yardımcı olabilir.

Uzmanlardan Öneriler

Prof. Dr. John Spengler, “Deterjanların içerdiği kimyasalların uzun vadeli etkileri göz ardı edilmemeli. Doğal içerikli ve çevre dostu ürünlere yönelmek, bu riskleri azaltmanın en etkili yoludur” derken Prof. Dr. Cezmi Akdiş ise şunları ekledi:
“Bağışıklık sistemi üzerindeki olumsuz etkilerden korunmak için deterjanların yeterince durulanmasına dikkat edilmeli ve mümkünse doğal alternatifler tercih edilmeli.”

Ağır metaller vücuttan nasıl atılır?



Ağır Metaller Vücuttan Nasıl Atılır?

Günlük yaşamda kaçınılmaz hale gelen ağır metallerin vücutta birikimi zamanla toksik etkiye neden olabilir. Detoks yolları hakkında bilgi veren İç Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Osman Erk, vücudun detoks organı karaciğere destek olan bazı gıdaların ağır metallere bağlanarak bunların vücuttan atılmasını kolaylaştırabildiğini belirtiyor.

Hangi Hastalıklara Yol Açar?

Dünya Sağlık Örgütü (WHO), arsenik, kadmiyum, kobalt, krom, bakır, cıva, manganez, nikel, kurşun, kalay ve titanyum gibi ağır metallerin insan ve çevre sağlığına zarar verdiğini açıkladı. Vücutta birikerek alzheimer, parkinson, MS, felç, kanser, kısırlık, anemi, egzama, saç dökülmesi ve kemik erimesi gibi hastalıklara sebep olabilirler.

Bu Önerilere Dikkat!

Vücudunuzun ağır metal maruziyetini azaltmak için şu önerilere dikkat edebilirsiniz:

  • Sigara gibi sağlığınıza zararlı alışkanlıklardan uzak durun.
  • Temiz hava bulunan yerlerde yaşamaya özen gösterin.
  • Eski tip amalgam dolgulardan kurtulun.
  • Mutfakta alüminyum folyo ve tencere kullanmayın.
  • Ağır metal içeren balıklardan uzak durun ve bol su için.
  • Düzenli egzersiz yaparak ter atın.

Her Gün C Vitamini Alın

Ağır metallerin vücuda verdiği zararı azaltmak için C vitamini, çinko ve selenyum gibi antioksidan bileşiklere ihtiyaç vardır. Portakal, greyfurt, brokoli, kırmızı biber gibi besinler C vitamini bakımından zengindir. Aynı zamanda selenyum içeren uskumru, sığır eti, tam buğday ekmeği gibi gıdalar da tüketebilirsiniz.

Tahin Tüketin

Kişniş, susam ve tahin gibi gıdalar ağır metalleri vücuttan uzaklaştırmaya yardımcı olabilir. Kükürt yönünden zengin olan sarımsak, soğan, pırasa, lahana ve brokoli gibi besinler de detoks sürecinde faydalı olabilir. Ayrıca alfa lipoik asit içeren brokoli, havuç, ıspanak ve patates antioksidan bileşiklerle doludur.


Uzmanı açıkladı: Dil ve konuşma terapisi, Asperger Sendromu’nda önemli role sahip

Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) kapsamında yer alan ve nörogelişimsel bir bozukluk olan Asperger Sendromu, bireyin sosyal etkileşim, dil kullanımı ve iletişim becerilerinde belirgin etkilere yol açıyor. Dr. Öğretim Üyesi Merve Savaş, dil ve konuşma terapistlerinin (DKT), Asperger Sendromlu bireylerin iletişim becerilerini geliştirme sürecinde kritik bir rol üstlendiğini söyledi.

Dr. Öğretim Üyesi Merve Savaş, 18 Şubat Asperger Farkındalık Günü dolayısıyla yaptığı açıklamada Asperger Sendromlu bireylerin dil ve konuşma alanında yaşadığı sorunlar ve bunların giderilmesine ilişkin değerlendirmede bulundu.

“DKT, iletişim becerilerini geliştirmede önemli role sahip”

Asperger Sendromu’nun Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) kapsamında yer alan nörogelişimsel bir bozukluk olup, bireylerin sosyal etkileşim, dil kullanımı ve iletişim becerilerinde belirgin etkilenimlere yol açtığını kaydeden Savaş, “Dil ve konuşma terapistleri (DKT), Asperger Sendromlu bireylerin iletişim becerilerini geliştirme sürecinde kritik bir rol üstlenmektedir. Bu bağlamda, değerlendirme, tanılama, terapi süreçleri ve bireysel dil gelişimi önemli çalışma alanları olarak öne çıkmaktadır ” diye konuştu.

Sosyal dil becerilerinde farklılıklar var 

Asperger Sendromlu bireylerin dil gelişiminin, tipik gelişim gösteren akranlarına kıyasla farklılıklar gösterdiğini kaydeden Savaş, “Temel dil becerileri genellikle korunmuş olmakla birlikte, pragmatik (sosyal) dil becerilerinde belirgin farklılıklar mevcuttur. Bu bireyler, sözel olmayan iletişim unsurlarını (jestler, mimikler, tonlama) yorumlamakta güçlük çekebilmekte ve karşılıklı konuşmalarda konu dışına çıkma, konuşmayı sürdürme ve uygun şekilde sonlandırma gibi becerilerde eksiklikler gösterebilmektedir. Bu bağlamda, dil ve konuşma terapistleri, Asperger Sendromlu bireylerin dil becerilerinin geliştirilmesine birincil dereceden önemli roller üstlenmektedir ” dedi.

“İletişim becerileri çeşitli yöntemlerle değerlendiriliyor”

Dr. Öğretim Üyesi Merve Savaş, dil ve konuşma terapistlerinin, Asperger Sendromlu bireylerin iletişim becerilerini değerlendirmek amacıyla çeşitli testler ve gözlem yöntemlerinden yararlandığnı söyledi. Savaş, “Standart dil değerlendirme testleri, bireyin dilbilgisel, anlamsal ve fonolojik becerilerini ölçerken, pragmatik dil değerlendirme ölçekleri sosyal iletişim becerilerini analiz etmeye yöneliktir. Değerlendirme sürecinde, bireyin ailesi, öğretmenleri ve bireyin kendisiyle gerçekleştirilen görüşmeler önemli bir yer tutmaktadır. Bu süreç, bireyin iletişim becerilerindeki güçlü ve zayıf yönlerin belirlenmesine ve buna uygun bir terapi planı oluşturulmasına olanak sağlamaktadır ” ifadelerini kullandı.

“Dil ve konuşma terapisi, bireysel ihtiyaçlara göre şekillendiriliyor” 

Asperger Sendromlu bireyler için uygulanan dil ve konuşma terapisinin, bireysel ihtiyaçlar doğrultusunda şekillendirildiğini kaydeden Savaş, “Pragmatik dil becerilerinin geliştirilmesi amacıyla uygulamalı sosyal beceri eğitimleri, grup terapileri ve rol oynama teknikleri kullanılmaktadır. Ayrıca, bireyin sözel olmayan ipuçlarını anlamasını desteklemek amacıyla görsel destekler, hikâyeleştirme yöntemleri ve teknoloji tabanlı uygulamalar (örneğin, interaktif hikâyeler ve video modelleme) terapinin önemli bileşenleri arasında yer almaktadır ” dedi.

“Terapide beceriler kazandırılması hedefleniyor” 

Terapi sürecinde bazı becerilerin kazandırılmasının da hedeflendiğini söyleyen Savaş, “Terapi sürecinde, bireyin konuşma esnasında başkalarının duygularını anlaması, göz teması kurması, konuşmayı uygun şekilde başlatması ve sürdürebilmesi gibi becerileri kazanması hedeflenmektedir. Bunun yanı sıra Asperger Sendromlu bireylerde sıklıkla gözlemlenen katı düşünce kalıplarını esnetmeye yönelik müdahaleler de terapi sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır ” diye konuştu.

“Yaşam kalitesini yükseltmede etkili oluyor” 

Dr. Öğretim Üyesi Merve Savaş, dil ve konuşma terapistlerinin Asperger Sendromlu bireylerin dil ve iletişim becerilerini geliştirmede kritik bir işlev üstlendiğini belirterek sözlerini şöyle tamamladı:

Erken tanılama ve uygun terapi yaklaşımlarının benimsenmesi, bireylerin sosyal etkileşim becerilerinin artırılmasını ve günlük yaşamda daha bağımsız bir şekilde fonksiyon göstermelerini mümkün kılmaktadır. Terapiler Asperger Sendromlu bireylerin ve bireylerin ebeveynlerinin yaşam kalitesini artırmak açısından kritik rol oynamaktadır. Bu nedenle, multidisipliner bir yaklaşım çerçevesinde DKT’lerin katkıları büyük önem taşımaktadır.” (DHA)

 

Prof. Dr. Osman Müftüoğlu açıkladı: Alzheimer hastalığı genetik mi?

Prof. Dr. Osman Müftüoğlu, bugünkü yazısında Alzheimer hastalığı ile genetik arasındaki ilişkiyi değerlendirdi.

Prof. Dr. Osman Müftüoğlu, Hürriyet gazetesinde yer alan bugünkü yazısında, Alzheimer hastalığı ile genetik arasındaki ilişkiyi değerlendirdi. Müftüoğlu, “Ortalama yaşam süresi uzadıkça kısaca ‘nörodejeneratif hastalıklar’ olarak tanımlanan bazı yaşlılıkla bağlantılı nörolojik sorunlarda dikkat çekici bir artış var” ifadelerini kullandı.

Nedenlerinden biri genetik

Bunun sürpriz bir sonuç olmadığını aktaran Müftüoğlu, “Alzheimer hastalığı farklı belirtileri olsa da esas olarak bir bilişsel gerileme, bellek bozukluğu ile başlayıp neticede bellek kaybı ile sonuçlanan korkutucu bir sağlık sorunu. Tıbbi anlamda ‘demans-bunama’ ise bu hastalığın en korkutucu ve üzücü sonucu.

Ama bilelim ki demans sadece bir sonuç. Ve her sonuç gibi onun da bir başlama ve ilerleme süreci var. Zaten bu nedenle de Alzheimer araştırmaları bu tatsız sonuçla neticelenen hastalığın neden ya da nedenlerine odaklanmış durumda. Diğer taraftan bu nedenlerden birini net ve açık olarak biliyoruz: Genetik! Peki, o genetik özellik ne?

“Hastalığa yakalanma olasılığı 12 kat daha fazla…”

APOE4 gen grubu Alzheimer şansızlığı bakımından önemli belirleyicilerden biri” vurgusunu yapan Müftüoğlu değerlendirmelerine şu sözlerle devam etti:

Özellikle APOE4 geninin belirli bir versiyonunun tek bir kopyasını taşıyanların 85 yaşına kadar Alzheimer hastalığına yakalanma ihtimalleri genel nüfusa göre 2 ila 3 kat fazla. Ne var ki maalesef ‘dozaj faktörü’ burada da bir çarpan etkisi yaratıyor: APOE4’ün her iki ebeveyninden de miras alan kişilerin hastalığa yakalanma olasılığı 12 kat daha fazla.

“Genetik miras kader değil”

“APOE4 genine sahip olup olmadığınızı bir nöroloji uzmanıyla işbirliği yaparak basit bir kan testiyle araştırmanız ve öğrenmeniz mümkün” ifadelerini kullanan Mütfüoğlu sözlerini şöyle tamamladı:

APOE4 geniniz pozitif çıksa bile telaşa kapılmayın. Yapacağınız ve ısrarla uygulayacağınız bazı yaşam tarzı değişimleri ile bu olumsuz genin oluşturabileceği kötü sonuçlardan kurtulmanız kesinlikle mümkün. Kısacası Alzheimer’da da genetik miras kader değil. Yeter ki siz bilinçli ve dikkatli biri olun, sizi izleyen hekiminizin sözünden çıkmayın.

 

“Beyazlatma işleminde yanlış uygulama diş kaybına neden olabilir”

Akdeni< Üniversitesi (AÜ) Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Alper Kuştarcı, diş beyazlatma işlemlerinin mutlaka diş hekimi kontrolünde yapılması gerektiğini belirterek, yanlış uygulamaların diş kaybına kadar gidebileceği uyarısında bulundu.

AÜ Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Alper Kuştarcı, günümüzde estetik kaygıların arttığını ve diş estetiğinin önemli bir unsur haline geldiğini, diş beyazlatma işlemlerinin yoğun uygulandığını ifade etti.

Dişlerin içsel ve dışsal nedenlerle renk değiştirebileceğini belirten Prof. Dr. Kuştarcı, “Çay, kahve, sigara, asitli gıdalar veya renkli gıdaların yenilip içilmesi gibi etkenler dişlerde renklendirme yapabildiği gibi bir kısmı da içsel renklenmelere neden olabiliyor. Bunun giderilmesi için ağız içinde gerekli temizlik yapıldıktan sonra hidrojen peroksit veya karbamid peroksit içeren jellerle diş beyazlatma işlemi yapılır. Bu işlem diş hekimi muayenehanesinde ofis tipi veya hastanın kendi evinde uygulayabileceği ev tipi plaklar ile gerçekleştirilebilir. Bizler beyazlatma işleminde, diş minesinin altındaki dentin tabakasına girerek o kısmı beyazlatıyoruz. Bu konuda doğru bilinen yanlışlar arasında, aşındırıcı maddelerle diş yüzeyinin beyazlatması olarak düşünülüyor, aslında bizler minenin altına doğru inerek bu işlemi gerçekleştiriyoruz. Bu nedenle de bu işlem, mutlaka diş hekimi kontrolünde yapılmalı. Çünkü kullandığımız maddeler belli bir yere kadar beyazlatma sağlar, sonrasında dişe zarar verir” diye konuştu.

“Hatta çamaşır suyu kullananlr var”

Diş beyazlatma konusunda halk arasında bazı yanlış davranışlar olduğunu belirten Prof. Dr. Kuştarcı, en büyük yanlışlardan birinin aşındırıcı maddelerle dişleri beyazlatmaya çalışmak olduğunu vurguladı. Prof. Dr. Kuştarcı, “Bazı hastalar limon suyu ve karbonat karışımıyla dişlerini fırçalıyor, hatta çamaşır suyu kullananlar var. Bunlar organik dokuyu çözen maddeler ve diş minesine ciddi zarar veriyor. Özellikle diş eti çekilmesi olan hastalarda diş kökünde tahribat oluşabiliyor ve diş kayıplarına kadar giden süreçlere neden olabiliyor” dedi.

“Beyazlatma işlemi herkes için uygun değil”

Beyazlatma işleminin herkes için uygun olmadığını belirten Prof. Dr. Kuştarcı, 18 yaş altı bireylerde, hamilelerde ve emzirenlerde bu işlemin uygulanmaması gerektiğini, piyasadan kontrolsüz şekilde temin edilen beyazlatma ürünlerinin de geri dönüşü olmayan hassasiyetlere yol açabileceğini sözlerine ekledi.

Diş beyazlatma öncesinde diş hekiminin hastanın genel ağız hijyenini, çürük veya çatlak olup olmadığını değerlendirdiğini belirten Prof. Dr. Kuştarcı, “Beyazlatma işlemi, belirli kurallar ve standartlar çerçevesinde yapılmalıdır. Kontrolsüz uygulamalar, dişlerde kalıcı hassasiyet ve yapısal bozulmalara neden olabilir. Bu nedenle mutlaka diş hekimi kontrolünde yapılmalı ve sonrasında koruyucu uygulamalar ihmal edilmemelidir” diye konuştu. (DHA)

 

Kırmızı No. 3 gıda boyası neden yasaklanıyor, hangi ürünlerde yer alıyor?

ABD, keklerden, çilekli buzlu içeceklere kadar geniş bir yelpazedeki besini, daha canlı bir kırmızı tona kavuşturan gıda boyasını neden yasakladı?

Kırmızı No. 3 isimli gıda boyası, diğer tüm sentetik boyalar gibi petrol kaynaklı bir kimyasal grubundan elde ediliyor ve binlerce gıda ürününde kullanılıyor.

Yalnızca ABD’de 3 binden fazla üründe bulunduğu biliniyor.

Şirketler, özellikle çocuklar için çekici hale getirmek amacıyla tatlılara, şekerlemelere ve hatta öksürük şurubu gibi ilaçlara boya ekliyor.

Bu boyalar, ısı gibi çevresel koşullar nedeniyle gıdalarda yaşanabilecek renk kaybını da önleyebiliyor.

Hem sentetik hem de doğal maddelerden elde edilebilen bu boyaların bazıları 100 yıldan uzun süredir ticari amaçlı olarak kullanılıyor.

Eritrosin, FD&C Kırmızı No. 3 veya Kırmızı 3 boyası, ilk olarak 1969’da ABD’de onay aldı.

Ocak ayındaki kararla, gıdanın yanı sıra, vitaminler ve öksürük şurubu gibi ağızdan alınan takviyelerdeki onaylı katkı maddeleri listesinden çıkarıldı.

No. 3’ün ruj ve cilde sürülen losyonlar gibi kozmetik ürünlerde kullanılması 30 yıl önce yasaklanmıştı. Bu yasak kararının ardında, laboratuvar farelerinin yüksek düzeyde bu maddeye maruz bırakıldıktan sonra tiroid tümörü geliştirmesi vardı.

Ancak ABD Gıda ve İlaç Dairesi’ne (FDA) göre bu araştırmada kullanılan farelerdeki kanser vakaları, bu hayvanlarda bulunan bir hormonal mekanizma ile ilişkiliydi. Aynı mekanizmanın insanlarda yer almamasına karşın boyanın kullanımı yasaklandı.

Kırmızı No. 3 nerelerde yasak?

Yeni Zelanda, Avustralya, Japonya, İngiltere’nin yanı sıra birçok Avrupa Birliği ülkesinde bu maddenin kullanımı ya yasaklandı veya ciddi şekilde kısıtlandı.

ABD’de California, 2023’te yasak kararı alan ilk eyalet oldu. Ancak bu yasak 2027’ye kadar yürürlüğe girmeyecek.

Her ülkede gıda ve ilaç konusunda onay veya yasak kararları üzerine çalışan kurumlar veya bakanlıklar var.

Bir ülkede yasaklanan boya, başka bir ülkede güvenli kabul edilebilir.

Gıda boyası çalışmaları üzerine getirilen eleştirilerden biri, örnek miktarının az olmasından ileri geliyor.

Türkiye’de Eritrosin maddesi gıda renklendiricisi olarak satılıyor.

Kırmızı No. 3 zararlı mı?

Uzmanlar, gıdalara eklenen boyaların alerjik reaksiyonlara, hiperaktivite gibi çocuklarda görülen sağlık sorunlarına neden olabildiğine işaret ediyor.

Bu tür boyalar kanserojen de olabilir.

Ancak yine bazı çalışmalar bu tür boyaların kansere neden olabilecek ölçekte tüketilemeyeceğini iddia ediyor.

Gıda boyalarının çocuklarda davranışsal sorunlara yol açtığı yönünde giderek artan sayıda kanıt öne sürülüyor.

Çalışmalar, Kırmızı No. 3 dahil olmak üzere bazı boyaların küçük çocuklarda ve gençlerde; hiperaktivite, sinir, dikkatsizlik veya değişken ruh hali gibi sonuçlar doğurabileceğini savunuyor.

İngiltere’deki Southampton Üniversitesi’nden araştırmacılar, 2007 yılında, bazı yapay gıda renklendiricileri ile ve koruyucu sodyum benzoat karışımlarını tüketen küçük çocuklarda hiperaktivite seviyelerinin arttığını ortaya koyan bir çalışma yayımladı.

Benzer endişeler, Sarı No. 5 de dahil olmak üzere altı sentetik gıda boyası için de dile getiriliyor.

Hayvanlar üzerindeki deneylerden elde edilen kanıtlar, birkaç sentetik gıda boyasının hafıza ve öğrenme üzerinde de etkili olabileceğini gösterdi.

Sadece renk veren maddeler değil.

Gıda boyalarıyla birlikte sıklıkla kullanılan koruyucu maddeler ve tat arttırıcılar da, büyük miktarlarda veya hassasiyeti olan kişiler tarafından tüketildiklerinde sağlık sorunlarına yol açabiliyor.

Yapay gıda boyaları, koruyucu maddeler ve tatlandırıcılar daha çok ucuza satılan ultra işlenmiş gıdalarda bulunabiliyor.

Araştırmalar dar gelirli ailelerin bu gıdaları çok daha fazla tükettiğine işaret ediyor.

Ülkenizde Kırmızı No. 3 yasaklanmamışsa ne yapabilirsiniz?

Peki, tükettiğiniz besinde Kırmızı No. 3 olup olmadığını nasıl anlarsınız? Parlak kiraz kırmızısı rengi ilk ipucunuzdur ki renk dişlerinizde iz bırakabilir.

İkinci olarak gıda ambalajlarının arkasındaki içerik etiketlerini dikkatlice okuyarak riski en aza indirebilirsiniz.

Sağlık alanında çalışan uzmanlar mümkün olduğunca bitki bazlı gıdalar yenmesi tavsiyesi veriyor.

Evde yemek pişirmek de bu tür yapay ürünlerden kaçınmayı kolaylaştıran bir diğer faktör.

Uzmanlar, çocukların tükettiği aşırı işlenmiş gıdaların sınırlanmasını, bunların sadece doğum günü partileri gibi özel günlerde verilmesini tavsiye ediyor.

İyi haber şu ki bunların doğal alternatifleri de mevcut.

Gıda boyaları meyve ve sebze gibi doğal ürünlerden de elde edilebiliyor.

Yeşil renk, bitki saplarında ve yapraklarından elde edilebilir.

Kırmızı biber ve zerdeçal gibi baharatlar, hamburger gibi fast-food ürünlerinde bile sentetik gıda boyalarına alternatif olarak kullanılıyor.

ABD’deki bazı gıda üreticileri, ürünlerini Kırmızı No. 3’ü kullanmayacak şekilde ayarladıklarını söylüyor.

Bunun yerine pancar suyu, turp ve kırmızı lahana gibi sebzelerin yanı sıra karminden (böceklerden yapılan bir boya) elde edilen pigmentlerin kullanıldığı da söyleniyor.

ABD’de bazı üreticiler, Kırmızı 3’ü Kırmızı 40 ile değiştirdiler. Bu gıda boyası Avrupa Birliği’nde tamamen yasaklanmamış ancak kullanımı kısıtlanmış durumda.

Hak savunucusu gruplar, özellikle çocukların tükettiği gıdalardaki sentetik boyalara ilişkin etiketlerin daha hızlı konulmasını ve daha görünür olmasını istiyor.